Loading...

Belirsizlikle Dans

Beril Erbil

Blog Featured Image
Aralık 2019’da son derece kalabalık bir ikinci sayı kutlaması yaptıktan sonra yeni sayının planlarını yaparken bir anda her şeyi durdurup kendimizi küresel bir salgınla mücadelede bulacağımızı, yaşamlarımızın bildiğimiz şekliyle devamının son bulacağını, yeni normallere alışacağımızı, kalabalıkları ve teması özleyeceğimizi, birbirimizden korkacağımızı, seyahatlerimizin kısıtlanacağını, planlarımızı öngöremediğimiz tarihlere erteleyeceğimizi bilmiyorduk elbet.

Uzaklar yakınmış oysa. Aklımıza gelmeyecek şeyler olurmuş. Geçmişte olmuş şeyler yeniden olurmuş. Bazen bir çağ kapanır bir yenisi açılırmış.

Bireysel hayatlarımızda gelecek dediğimiz şey gelip gelmeyeceği meçhul; geçmiş, olmuş bitmiş bir şeymiş. Bugüne kadar getirdiklerimizle birlikte, bir biz varmışız bu dünyada bir de içinde bulunduğumuz an. Gerisi hikâye imiş.

Gerçekten de hikâye imiş. İnsan nesli var olduğundan bu yana hep hikâyelere sarılmış. Kurgu yeteneği ile hayata katlanmış, hayatta kalmış. Tehlike karşısında donup sonra hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam eden canlılardan olmamış insan. Tehlikeyi görmüş, bir daha olmasın, kendini korusun diye önlemler almış, olasılıkları hesaplamış. Hayal etmiş. Tehlikeyi de hayal etmiş, güzel geleceği de. Anlamlandırmaya çalışmış hayatını. Anlamadığı hareketleri gözlemlemiş, hikâyeler uydurmuş. Geçmişi ve geleceği katmış şimdisinin içine. Zor zamanlarda hikâyelerle tutunmuş yaşama…

Salgın geldi. Dalga dalga ve bir anda. Planlar bozuldu. Varoluşumuzu anlamlandırmaya başladığımız zamanlardan beri kaçtığımız belirsizlik, geldi hayatımızın ortasına oturdu. Kaygıyla onu inkâr mı edecektik, durmayıp zamanımızı boş bırakmamak için mi çırpınacaktık, plan yapıp uygulamaya mı çalışacaktık, ölümlülüğümüzü mü görecektik, biliyorduk da gerçekten idrak mı edecektik? Peki ya dans? Belirsizlikle dans edebilir miydik?

Balkonlar nefesimiz oldu. Toprağa basmayı özledik. Doğaya kaçış romantizmimizin bir oyun olduğunu gördük. Ona kaçmıyorduk, oyduk biz, ona aittik; ama kapandığımız evlerimizin betonlarında nefes bulamıyorduk. Bugüne kadar kendimizi avcısı sandığımız doğanın avıydık. Avladıkça avlanmıştık.

Yangınlar gördük, depremler gördük, seller gördük. Dünya çıldırmış, dönüyordu. Güvenli yerler azalmıştı. Eşitsizlik çoktu. Biri evinde güvenle otururken öbürü ağzındaki maskesinin altında terleye terleye, kendi nefesini soluya soluya çalışmak zorundaydı. Son dakika bir yasakla sokaklara dökülen insanların kaçı çocuğuna günlük taşıyordu yemeğini; bilmiyoruz.

Bütün bunlarla birlikte kent gitgide yaşanmaz hale gelmekteydi. Tüm eşitsizlikleriyle. Tüm sahtekarlığıyla. Tüm acısıyla. Tüm felaketleriyle. Tüm kalabalığıyla.

Bir şekilde hayat devam ediyordu. Sevdiklerinle olmak, olabilmek; arkadaşının gülen yüzünü görmek, bir başarıyı kutlamak, işine bir şekilde devam edebilmek, devam etmek için dostlarının desteğini görmek, bir gülen yüz, bir keyifli başarı, bir yudum aş…

Uzun uzun yaşarken hayatın ne olduğunu unutmuştuk belki de. Hayat “Buradayım” diyordu. “Hepinizden büyüğüm” diyordu. “Her şey içimde” diyordu. Hepsi hayattı. Hayat hepsiydi. Acısıyla tatlısıyla, tüm klişeleriyle hayat hayattı işte ve devam ediyordu. Ve biz insanlar hayal, ümit ve mutluluk olmadan var olamıyorduk.